Pazar Günü Çok Eylemdik

İSTANBUL

"İnsan olmak" yazdım Google'a... Kitap, film isimleri filan çıktı. "İnsan olmak vikipedi" yazdım bu sefer. İlk ilgili seçenek "Narsisizm". Hadi bakalım... Demek ki bunun net bir tarifi yok. Belki Milat dönemlerinde birkaç tablet üzerine erdemlerimizden ve yapmamız gerekenlerden filan bahsedildi ancak zamanla bir kışlık bir yazlık ev sahibi olmak, bir araba sahibi olmak, iş kurmak, kendisini ve ailesini geçindirmek, Türkiye'de yaşıyorsanız ve azınlıksanız sesinizin desibelini iyi ayarlamak, bir facebook hesabı edinmek, çağa ayak uydurmak, gündemi yakalamak, başkalarına faydalı olmak, kendimize saygı duymak, inançlı ve yardımsever olmak, duyarlı olmak ve daha neler neler eklendi. E haliyle tabii, kafalar karışık. Uzun yazıları okumaya sabrı, mecali, vakti, merakı olanlar kadar olmayanlar var aranızda. Biliyorum. Kafamdakileri toparlayabilmek için bu yazının uzun olacağını şimdiden hissediyorum. O halde kaldık mı siz okuyacak olanlarla başbaşa?...


Yazlık dedim yukarıda. Burayı biraz açacağım. Yazlık konusunda da dönem değişti. Eskiden moda, Moda, Bostancı, Florya, Tarabya sahillerinde yazlık eve gitmekti. Liste'de Büyükçekmece de vardı. Bu liste uzar ama aklıma ilk gelen semtler buralar. Sora ada modası çıktı. Haklı bir değişiklikti bu çünkü bahsi geçen semtler şehire katıldılar. Kentin parçası oldular. Osmanlı döneminin "Prenslerin Adaları" bizlerin adaları oluverdi. Bugün bu adalar, birçok şehir efsanesine, tarihi yapıya, hikayeye ev sahipliği yapıyor. Bunları bilmeden de her daim ilk bakışta hepsi birer cennet. Bilince daha bir mistik hava geliyor. Saygı duyuyorsunuz ister istemez. 

Mesela bilinen en eski hikaye tarihin talihsiz kahramanı Romen Diyojen'e aittir. Kapadokya'lı Diogenii ailesinin mensubu, ve Bizans Roman İmparatoru Diyojen, 1061 ila 1078 yılları arasında hüküm sürmüştür. İmparatorluk için yaptığı en önemli savaş, Malazgirt savaşıdır. Bu savaşta Bizans ordusu dağınık şekil gerçekleştirdiği saldırı nedeniyle savaşı kaybetmiş, Diyojen ise Alp Arslan’ın esiri olmuştur. Bir tazminat ve yıllık vergi anlaşması karşılığında, Diyojen Konstantinopolis’e dönmek üzere serbest bırakılmıştır. Onun yokluğunda tahtının varisi olan karısı Eudokia tahttan indirilmiş, İstanbul’a dönüş yolunda olan Diyojen ise onu indirenlere karşı derme çatma bir orduyla bir savaş başlatmıştır. Bu savaşta da yenik düşen Diyojen Adana yakınlarında bir kaleye sığınmış ve kendisini tahttan indirme planları yapan Andronikos Doukas tarafından kuşatılarak esir alınmıştır. Esaret şartlarının çok ağır olmayacağı konusunda kendisine sözler verilmiş ve Diyojen’in saçları kesilerek bir keşişe dönüştürülmüştür. Katır sırtında 600 kilometre yol gidildikten sonra İstanbul’a varan Diyojen’in gözlerine mil çekilir. Bu halde de Kınalıada’ya Manastır’a sürgün edilir. Gözlerine yapılan dağlama işlemi o kadar alelade yapılmıştır ki, birkaç gün içinde çeşitli enfeksiyonlar ve acının büyüklüğü yüzünden Diyojen, dünyaya yumduğu gözlerini burada hayata da yumar. (1072) 

Epeyce eski bir hikaye değil mi? Bin yıl önce, yani bir millenium geçmiş üzerinden neredeyse. Kınalıada, manastırı, sokakları, evleri, camii, kiliseleri, mimarisi, burada yaşamış ünlü ve tarihi isimleri ile metrekareye düşmesi gerekenden fazlasını taşır. Koca yüreklidir bu anlamda.

Tarihe dair, geçmişe dair bu tip bilgiler bilmek, aynı anda gündemle uğraşmak, her bilgiyi kovalamak ve hayata yetişmek çok zor. Ancak çaylarda ve sabah kahvelerinde "kim ne giyinmiş ve nereye tatile gitmiş" konuları akarken kaybedeceğiniz zamandan inanın daha faydalı. 

Bir başka fayda da gündem akarken meydana gelen sistemsel aksaklıklara karşı ses yükseltmek. Ses yükseltmek ne zor bir eylem. O sesin desibelini iyi ayarlamak, kimseyi gücendirmeden bu işi yapmak. Ancak gücendirmek mi aslolan haksızlık, yoksa gücenene "bir hata mı yaptım" acaba diye sordurmak daha faydalı sizce? Her ikisinden birazcık. Neden mi? 

Hayat akıyor ve çok hızlı akıyor. Bu arada kaçırdıklarımızı ve hatalarımızı bazen başkalarının bakışlarından, sözlerinden, tavsiyelerinden anlayabilmek için kendimize ayna tutmamız gerekiyor. Yeniden öğrenmenin, ve öğrendiklerinizle bildiklerinizi sentezlemenin size hiçbir zararı olmaz inanın bana. Yeni inandıklarınızla her hafta yeni bir hayat kurmanıza gerek yok. Zaten kurulu hayatınızın üzerine yenilikleri eklemeniz de ağırlık. Her ikisinin bir ortası var. Size ağırlık yapan eski tabulardan kurtulmak, yenilerine yer açmak. Sabah kahvesi eşliğinde dedikodu yerine çocuğunuza biraz tarih, biraz erdem, biraz kurallı yaşamayı öğretmek, kendinize ve çevrenize koruyucu ve faydalı olmak için zaman tanımak hayatınızı zenginleştirecek öğelerin başında geliyor. 

Kınalıada, büyük yürekli ada. Metrekaresine sığdırdığı gizem, tarih, popülasyon, alabileceğinin çok üzerinde. Yine de cennet, yine de hem tatil yeri hem sürgün yeri hem sayfiye yeri. 

Bugünlerde bir aksama yaşadı. Yüreğine zeval gelmiş belki de. Büyükçe bir kaza yaşandı. Adaya gelen günübirlikçi turist, kiraladığı bisikletle yokuş aşağı tam hız inerken bir çocuğa çarptı. Çarptığı çocuk beyin sarsıntısı geçirdi. 4 gün hastanede kaldı. Vucudunda sıyrık ve yaralar, kaşında bir yarık gözünde bir morlukla yaz tatilinin toplam 20 gününü evde ağır hareket ederek geçirecek. Denize giremeyecek, sokağa çıkamayacak ve arkadaşlarıyla eğlenemeyecek. Çarpan turist şokta. O da hastaneye kaldırıldı. Şu an her ikisinin de durumu stabil. 

İçinde "bisiklet" geçen bu talihsiz kaza, adalar arasında yankılandı. Facebookta adaların geçmişten bugüne ne kadar çok değişiklik geçirdiğini gözler önüne seren, güzel resimlerin ve dileklerin oturulan yerlerden paylaşıldığı birçok sayfa var. Geçtiğimiz hafta boyunca, paylaşılan her yorumu, fotografı dikkatlice okudum. İçinde "bisiklet" geçmeyen sorunları da dikkatlice inceledim. Temel sorunların başında günlük turist ziyaretinden doğan sıkıntılar geliyor. Adalıya yürüyecek yer kalmıyor. Hatta neredeyse güvenlik en alt seviyede. Ses kirliliği, görüntü kirliliği, çöpler başlangıç. Altyapı ve mekan eksikliği kalabalık ve sıkışıklık, hayati tehlike sınırlarında. İşte bu sınır geçtiğimiz hafta zorlanınca, Kınalıada bu konuda 3 Ağustos pazar günü sessizce ses yükseltti. İskele meydanında Kınalıadalılar, uslu uslu oturdular. 








Buraya nasıl geldik? Daha temiz ve yaşanılabilir bir Kınalıada istiyoruz adlı facebook sayfasından bir duyuru yayınlandı. Nurhan Çetinkaya başta olmak üzere konulara hakim ve harekete geçmek için daha fazla beklemek istemeyen birçok adalı ve adasever dost, bu etkinliğin de buradan habercisi oldular. Bu ve benzeri sorunlara karşı seslerini yükseltmek isteyen herkes davetliydi. Plaj keyfinden, pazar kahvaltısından feragat edebilen tüm adalılar burada toplandılar. Temelde aksayan tüm konulara değinildi. Bisiklet kiralama konusuna ve diğer herşeye "esnafı gücendirmeden" parmak basmak esas idi. 


"Esnafa Saygımız Sonsuz"

Aynı amaç için bir araya gelen insanların, kendi aralarında kavram kargaşasına düşmesi bizde adettendir. Normal, ne demiştik? Kafalar karışık. "Esnafa Saygımız Sonusuz" yazılı pankartı tutan hanımefendiye tepkiler yağdı. Hanımefendi kuvvetle muhtemel hangi yazıyı tuttuğunu bile bilmiyordu. Yaşına hürmeten bu sessiz eylemin adına yaraşır bir dille sessizce bu durumun üstesinden gelinebilirdi. Olmadı. 

"Prestij için ergen çocuklarınıza elektrikli morotsiklerleri emanet ediyorsunuz"

Bana göre eylemin en çarpıcı konuşmasıydı. Çarpıcılığını adaya belki birkaç sene önce gelmiş, yabancı bir hanımefendinin mükemmel Türkçesiyle yapmasından alıyordu. Konuya en hakim, en makul açıklamayı getirdi. "Prestijli görünmeleri için ergen yaşta çocuklarınıza, A1 ehliyetleri olmamasına rağmen bu bisikletleri emanet ediyorsunuz. Elektrikli bisiklet ve motorsikletler, ortalama 150 kilo ağırlığında, ve bunlar hız yapılarak kullanıldıklarında birer ölüm aracına dönüşüyorlar, ben sizleri anlamıyorum, bu kadar eğitimli insanlarsınız, nasıl olur da böyle birşeye izin verirsiniz!" 

Evet adaların hemen hepsinde daha önceki dönemlerde sadece raporlu hasta ve yaşlılarca kullanılmasına müsade edilen elektrikli araçlar, bugün hemen alım gücü olan herkesin kullanımına açık. Sokaklarda bisikletten daha çok yer kaplıyorlar. Gençler kullandığı için hız kapasiteleri daha yükseklere çıkıyor. Keyf için kullanılıyorlar, ve kaza riski oluşturuyorlar. 

Elbette esnafı burada ilgilendiren bir durum yok. Esnafla ilgili kısmı, bisiklet kiralarken güvenlik ihlaline dair herhangi bir önlemde bulunmamaları. Yurtdışında vakit geçirmiş olanlarınız bilir. Motorsikletiyle ve bisikletleriyle ünlü şehirlerde, sizlere herhangi bir şey kiralamadan önce, 10 sayfalık bir kurallar metninin altına imzanızı atarsınız. Cezalar ve yaptırım güçleri büyüktür. Başınız derde girmesin diye bu kurallara uymak dışında elinizden bir şey gelmez. Canınızın istediğini yapamazsınız. Size ayrılan yolların dışına çıkamazsınız. Girilmez sokaklara giremezsiniz. Burada esnaf sadece günü kurtarsın diye, sorumsuzca bisiklet kullanmayı bilene, bilmeyene ver parayı al bisikleti yapmamalı. Esnafa saygımız sonsuz yazılı pankart, bugünlerde canımızı yakan olayın ışığında, bu yüzden tepki toplasa da, tepki içinde tepki topladığı için yersizliği göze batmış olacak ki, konuşma, "Esnafa saygımız sonsuz, biz de saygı istiyoruz" denilerek tatlıya bağlandı. 

"Esas Çöp Sorunu için Eylem Yapın"

Bu sabah okuduğum enteresan yorumlardan biriydi. Öyle ya, çocuklarımız zırhlarını kuşanmadıkları için ölüm tehlikesi ile karşı karşıya. Ama çöp tek başına daha önemli bir sorun.

Konuyla ilgili özetlerime başlamak isterim. Yazın başından beri birçok ailenin yüreği ağzında hastane günleri geçirdiler. Belediyenin verdiği izinlerle, adaların yürüyüş yolları ve bakir sahiller, bugün plaj görünümünde. Bu davetkar manzara, adaların enternasyonal anlamda en iyi "TRANQUIL" olarak isimlendirilebilecek atmosferini, bugün "Party Beach" havasına sokuyor. Ama ne party! Kaldırımlarda piknikler, delicesine kullanılan bisikletler, ihtiyaç giderme anı geldiğinde ortaya çıkan manzaralar, adalıyı bastıran kalabalık. 

Bu manzaranın doğurduğu gereksinime, bugün mevcut belediye hiçbir şekilde karşılık veremez. 

Bisiklet yolu olmadığı için bisikletliler insanların üzerine doğru sürüyor. 
Yeterli zabıta olmadığı için tüm alanlar, herkesin dilediğince, kuralların çok dışında insanlar ve işletmecilerce işgal ediliyor. 
Mekan yetersizliği nedeniyle sokaklar tuvalet ve soyunma kabini olmuş durumda. 
Elektrikli motorlu, üç tekerlekli, iki tekerlekli, dört tekerlekli birçok araç, var olan yürüyüş yollarının tümünü işgal etmiş durumda.
Hastane ve sağlık servisleri yetersizliği nedeniyle, her yıl çok sayıda ölüm gerçekleşiyor. 

Ölüm diyorum. 

Ben ölüm dedikçe eylemde yaşını hayli almış bir hanımefendi görüyorum. Tüm oturan kalabalığın arasında ayakta olanca dirayetiyle dikiliyor ve bu etkinliğin asla bir ses getirmeyeceğini savunuyor. Elinden gelse "kalkın oturmaya mı geldik" diyecek. "Siz de çok pesimistsiniz" diyorlar kendisine. Mekan değiştiriyor. Kimi rahatsız etse kâr. 
Kalabalık uslu uslu otururken, bisiklet kullanımının "YASAK" olduğu iskele meydanından, edâlı işveli bir e-motorsikletli geçiyor. Kornasını çalmayı ihmal etmiyor. Uslu ve sessiz olmak bu eylemin doğası olduğu için, sessizliğimizi sürdürüyoruz hayretler içerisinde. Ben hala içimden "ölümler gerçekleşti" diyorum. Diyorum ya, kafalar karışık. 

"Dikkatli olun"

Ses yükseltmek ve eylem yapmak muhtemelen "GEZİ" olarak özetlenir bundan böyle ülkemizde. Gezi gelmiş olacak akıllarına ki, "Eylem yapmaktan daha iyi yollar var imza toplamak gibi, bence gereksiz iş" diyenler de yok değil.

Sevgili doslar, 1985'ten 2007 civarlarına kadar, yaklaşık 22 sene boyunca Kınalıada yaz sakiniydim. Benden çok daha eski, çok daha güzel günlerini görmüş olanlarınız vardır elbette. Biz eski sakinler oldukça sakin bir biçimde, oldukça saygılı bir biçimde geçirdik çocukluğumuzu. Babam, kabin ve mayo yoksunluğu çeken gençlere, karakolun önündeki sahilde usta bir dille durumun nahoşluğunu anlatırdı. Bu gençlerden şiddetli bir karşılık aldığını hiç görmedim. Bisiklet konusu da, iki bisiklet tamircisinden ibaretti. (Kayıkhane ve Cami yanı) Kiralama günleri çok sonraları başladı. 

2007 sonrası Büyükada günlerim başladı. Kendimle ilgili verebileceğim en önemli bilgi benim bir islomanic olmamdır. Ada'da karada olduğundan daha güvende ve huzurlu hissederim kendimi daima. Büyükada'da da aynı huzuru bulduğumu söyleyebilirim. Ancak şikayetler birbirinin aynısı. Beni üzen, huzurumu kaçıran, gördüğüm manzaralar, eksikliğini algıladığım hizmetlerden ziyade, insanların içine düştükleri kavram kargaşası. 

Biliyorum. Marmara'dan taşarsam bu aşığı olduğum Bozcaada'da da böyle, her küçük yerleşim yerinde de böyle..

Bir gece öncesine sıçrıyorum. Büyükada'dayım. Eşimin büyükannesiyle uzunca bir sohbete dalmak için mükemmel bir zaman. Soruyorum: "Eskinde Nasıldı adada hayat?"

"Ahh", diye başlıyor.Haklı. "Öyle güzeldi ki, balolar olurdu, davetler olurdu. Kadınlar en şık emprime elbiselerini giyerlerdi, Erkekler yazlık takım elbiseleriyle giderlerdi davetlere. Kışın şemsiyeler siyah olurdu. Yazın ise rengarenk güneş şemsiyeleri görürdük. Hepsi şıklıklarını tamamlardı. Gündüz erken saatte, bakıcılar sahilde pusetle çocukları gezdirirlerdi. Faytoncuların üniformaları vardı. Polis beyaz eldiven takardı. Herkes şık, herkes jilet gibi giyinirdi. Herkes birbirini selamlardı. İnsanlar güleryüzlüydü. Şimdiki kadar kalabalık olmazdı. Polis adaya gelenler arasında dış görünüşünü beğenmediğini, gemiyle geri gönderirdi. O senelerde aynı uygulama Beyoğlu'nda da vardı. Giyim kuşam, tavır, davetlere gidiş şekli, insanların kendilerine ve karşılarındakine gösterdikleri özen, görülmeye değerdi. İstanbul'a beylerin ceketsiz ve şapkasız indikleri görülmemiştir. Hanımlar, eş ve dostlarını karşılamaya yine aynı şıklık ve zerafette giderlerdi"







O zerafet günlerinden bugünün donla denize girilen günlerine sıçrıyorum zamanda. Tekrar soruyorum: "Peki ne hissediyorsun bugün olanları görünce" 

"İnsan alışıyor be kızım"




Alışmak mı aslolan, yoksa gözünü kapatıp o günleri anarak mı avunuyor bugün 88 yaşındaki Madam Mari bilinmez. Ancak hiçbirimizin gördüklerine hiçbir zaman alışmaya niyeti olmadığı da aşikâr. 

Bugün ada sakinleri olarak, görmeyi istemediğimiz manzarayı oluşturanlara "onlar" diyoruz. "Onlar gelmesin"ciler var... "Onlar gelmesin"cileri "elitistlik yapmayın" diye azarlayan "ben"ciler. Ve daha birçok diğerleri.

Başımızdakileri suçluyoruz ya bazen sıklıkla "böldünüz bizi" diye, biz "onlar"cı ve "biz"ci olunca, kendi aramızda da "sen"ci ve "ben"ci olunca, kendi kendimize kaç kere kaça bölünüyoruz diye de bir görmek lâzım. 

 Kural, yasa, uygulama, çözüm lâzım, çözüme inanan, çözüm üreten insan lâzım... 

İnsan olmak diye aratıyorum google'da... Vikipedi'de Narsisizm çıkıyor karşıma. Tabletteki erdem listesi, iki milenyum öncesinden selektör yapıyor. Yeni erdemlerle, çözüm üreterek, inanan bir "insan" modeli uzaktan el sallıyor. 

"Seni seviyorum" demenin bin tane yolu vardır ya, "çözüm üretmenin" de sevdiğine kavuşmayı isteyen için yolları çok. Dikenli de olsa bir yola girilir. Çözüm muhakkak bulunur. 

Haklarımızı arayıp bulmak için, bilgi gerekir. Bilgiyi bulmak için araştırmak gerekir. Araştırmadan atılan her adım ve her söz, yanılgı getirir... 

Bilgiye dayalı cesaret kılavuzumuz olsun. Dileğim: Adalarımız, bir zamanlar kaybettiği cenneti tekrar bulsun. 

Sevgiler
Nadin Nerjan 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mimoza Mevsiminde Mimozalı Kadın

Yüzde Yüz Zomato