Tesadüflerden Başucuna

Beyoğlu'nda geçirdiğim -birkaç ay içinde sürprizlerle sonuçlanacak olan- birkaç saatten sonra eve gelip Raffi'nin başucu için kütüphanemde kitap arıyorduk ki, okunmayı bekleyen bir mola, sorgulatan ve güldüren belki de tek kitabım önüme uçuverdi adeta. 

Thomas Catheart ve Daniel Klein'den bir New York Times Bestseller'ı, NIETZSCHE ÖLDÜ BİR HİPOPOTAM OLARAK YENİDEN DOĞDU... 


Yaşamı ve Ölümü FELSEFESPRİ Yoluyla Anlatmak, gerçekten de bu olsa gerek. Sayfaları karıştırmaya başladığımda, hemen karşıma William Saroyan'ın ismi çıktı. 

İşe bakın ki, Beyoğlu'nda Tamar'a uğramıştım. Bu arada o iyi, sadece çok yoğun, Giritimu'da damak şenlikleri üretmeye devam ediyor. Sürpriz ziyaretimin saati neredeyse kusursuzdu. Hazırlıklarını bitirmiş gecenin başlamasını bekliyordu. Az zamanımız olduğundan, hızlı hızlı konuşuyor, gülüşüyorduk. İçeriye restoran müdavimlerinden Temel Kerimoğlu girdi. Bundan birkaç ay önce, anneler ve kızları gecesi yapmış, Mari'yi ve Nıvart'ı da alıp Saroyan Ülkesi'nin son gösterimini Beyoğlu Sineması'nda Temel abi sayesinde yakalamıştık. Bu unutulmaz geceyi de hepberaber yad ettikten sonra, yine kısa zamanı harcamamak için Tamar'la hızlıca sarılarak eve döndüm. 

Kitap diyorduk. Bu kadar hikayeye ne gerek vardı. Eh biz Akdeniz insanları masalları severiz... Ben de özellikle, Saroyan'ı anıp, sonra bir kitabı daha sunuşundan itibaren ilhama gebe bıraktığını görünce, özellikle ölümle yaşam arasındaki kısacık, incecik, çelimsiz çizgiye dem vurarak yaşam sonrasını sorgulatan, bunu yaparken de güldüren kitabın bu kısmını sizlerle paylaşacağım. Çünkü paylaşmazsam çatlarım. 

"Pardon, bir dakikanızı alabilir miyiz? Bir anket yapıyoruz ve size bir şeyler sormak istiyoruz. Sadece bir dakikanızı alacak ve adınızı bile sormayacağız. Tamam mı? Pekala soruyoruz: 
Öleceğinize gerçekten inanıyor musunuz? 
Cidden sahiden ama? 
Gerçekten bir gün yaşamınızın sona ereceğini düşünüyor musunuz?
Zamanınız var. Yanıt vermek için acele etmeyin. Ama geçen her saniyeyi ömrünüzden yediğinizi de unutmayın tabii. 
Siz de bizim gibiyseniz perdenin günün birinde ineeğine tamamen inanmıyorsunuz muhtemelen. Belki ölüm gerçeğini genel olarak kısmen kavrayabiliyoruz ama özel olarak kendi ölümümüzü kavrayabiliyor muyuz? Kendi ölümümüzü karşısındaki durumumuz Ermeni asıllı Amerikalı yazar William Saroyan'ın geride bıraktıklarına yazdığı bir mektubunda belirttiği gibidir: "Herkes ölecek ama ben hep benim için bir istisna yapılabileceğine inanmıştım."
Diğer yandan, ölümü tamamen aklımızdan çıkarıp atamıyoruz. 
Ölümlü olduğumuzla ilgili düşünceleri ne kadar bastırmaya çalışırsak çalışalım yine de onlar oradan buradan pırtlayıveriyorlar. Önüne geçilemez "pırtlamalar" bunlar, çünkü ölüm insan yaşamıın değiştirilemez bir parçası.  
Hem öleceğini bilen hem de sonsuza dek yaşamayı hayal edebilen tek yaratık biziz. İşte bizi çıldırtan da bu zaten. Ölümden ödümüz kopuyor. Ve yaşam, sonunda uçurumun boşluğunda kaybolmak dışında hiçbir hedefi olmayan bu yaşam ne kadar da anlamsız. İşte tam da bu yüzden insanın ölümlülüğü felsefenin temel sorularıyla iç içe geçiyor. 
Temel sorular: Yaşamın, özellikle de bir gün sona erecek olan bir yaşamın anlamı nedir? Öleceğimizi bilmek yaşamlarımızı nasıl etkiliyor? Sonsuza dek yaşasaydık yaşamın bugün olduğundan tamamen farklı bir anlamı mı olurdu? Bin ya da iki bin yol yaşadıktan sonra varoluşsal can sıkıntısından bunalıp her şeyin bitmesini mi özlerdik? 
Ruhlarımız var mı? Varsa bedenlerimiz öldükten sonra yaşamaya devam ediyorlar mı? Neden yapılmış peki bu ruhlar? Sizinki bizimkinden daha mı iyi? Yaşam-ölüm döngüsünü kesen bir başka zamansal boyut var mı? Daima şimdiki anda yaşayarak "sonsuza dek yaşamak" mümkün mü?Cennet uzay-zamanda bir yer mi? Değilse nerede ve hangi zamanda? Oraya gitme şansımız ne?İşte bu tür sorularla elli yıl kadar önce felsefe bölümüne kaydolduk. Ama hocalarımız bu Büyük Sorulardan önce çözmemiz için birkaç akıl uyuşturucu küçük teknik ayrıntı kemiği koydu önümüze: Acaba Bertrand Russel "mümkün zorunluluk" ile "zorunlu mümkünlük"ü karıştırmış mıdır?
Ha? Ne? 
Bu esnada zaman geçiyordu ve biz hala faniydik. Sonunda metafizik, teoloji, etik ve varoluşçuluk derslerinde o Büyük Sorulara dönme yolunu bulduk. Ama derhal başka bir engel çıktı önümüze. Ne zaman kendi ölümümüzü dürüstçe düşünmeye kalkışsak ölümüne korkuyorduk. 
Tırpancının yüzüne ürkmeden ve titremeden doğrudan bakamıyorduk. Ama gözlerimizi de alamıyorduk üstünden. 
Ölüm: Onunla da yaşayamazsın, onsuz da. 
Peki, ne yapsın şu zavallı insan?
Fıkraya ne dersiniz? Sonunda ölüm yok ya.  
Mille kocasını doktora götürür. Doktor baştan aşağı muayene ettikten sonra Maurice'e dışarıda beklemesini, Millie'yle yalnız görüşmesi gerektiğini söyler. Maurice çıkınca, "Kocanız aşırı stresten kaynaklanan çok ciddi bir hastalığa yakalanmış," der. "Eğer söyleyeceklerimi yapmazsanız ölecek. Her sabah eşinizi öperek uyandırın, ardından mükellef bir kahvaltı hazırlayın. Hep nazik olun ve her daim neşeli kalmasına dikkat edin. Sadece en sevdiği yemekleri hazırlayın ve yemekten sonra hafif şekerleme yapmasına izin verin. Sağa sola yollayıp yormayın ve sorunlarınızı anlatmayın; bunlar sadece stresi artırmaya yarar. Sizi eleştirirse veya sizle alay etse bile sakın tartışmaya girmeyin. Akşamları masaj yaparak rahatlamasına yardımcı olun. En sevdiğiniz dizileri kaçırmanıza yol açsa bile istediği kadar maç ve spor programı seyretmesi için teşvik edin. En önemlisi, geceleri onu tatmin edecek ne varsa hepsini yapın. Önümüzdeki altı ay boyunca bunları harfiyen ve her gün yaparsanız Maurice sağlığına tamamen kavuşacaktır."Çıkışta Maurice merakla karısına sorar: "E, ne dedi doktor?""Ölecekmişsin" 
Millie'den duymak, ölümsüzlüğü biraz daha çekilir kılıyor. Fıkraların hoş yanı da budur; yıkıcı bir noktayı vurgularken endişeyi dağıtırlar. Ölüm ve eks, ikisinden de felaket korkuyoruz. İşte tam da bu yüzden onlarla ilgili bu kadar çok fıkra var. Bildiğimiz bir sürü fıkra var. Bir gün bu fıkraların genel felsefi fikirleri aydınlatmaya yarayacağını keşfettik. Bununla kalmadık bu konuda bir de kitap yazdık (Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer). Peki bu fıkralar yaşam ve ölüme dair felsefi kavramları, Olmak ya da Olmamak'ı, ebedi ruhları ve ebedi lanetlenmeyi anlatırken aynı zamanda ölüm kaygımızı da dağıtmazlar mı? 
Hiç şüpheniz olmasın! 
Bu iyi bir şey. Zira bizim Ölüm'ün yüzüne tırsmadan bakacak ve büyük düşünürlerin bu konuda söylediklerine girecek fazla vaktimiz kalmadı (ikimiz de kısa süre önce yetmişi devirdik). Artık bol bol kahkaha lazım bize. İşte burada konuyla ilgili tüm tabut kapaklarını söküyür ve sadece Büyük Ö'ye değil, önceki bölümü Yaşam'a ve Büyük Ö'nün arkası yarın kısmına, yani Yaşamdan Sonra'ya da bakıyoruz. Derdimiz ipuçları bulmak. 
Önce uygar toplumların ölümsüzlüğümüzü inkar etmek için buldukları müthiş yollara, bilhassa da bunların en inatçısı olan Örgütlenmiş Din'e bakacağız. Freud'un ölümsüzlük yanulsamamızı desteklemek uğruna dinleri -ve yıkımı- nasıl yarattığımıza ilişkin teorisine özellikle değineceğiz.  
Ardından Kuzey Avrupalı kimi filozoflara bakacağız. (Neden İtalyan Rivierası'nda ölüm hakkında yazan hiç filzof yok?). Ölüm kaygımızı aşmanın tek yolunun onun üstüne gitmek olduğunu düşünen melankolik Danimarkalıyı, Soren Kierkegaard'ı ziyaret edeceğiz. Kierkegaard'a göre ölüme dair düşüncelerimizi bastırma girişimlerimizin hepsi amaca zarar verir. Ebedi olanla temasa geçmenin tek yolu hiçlik kaygısını içimize almamızdır.  
Deme! 
Ardından gaddar Alman filozof Arthur Schopenhauer'in söylediklerine bakacağız. Esas itibarıyla Weltschmerz ((dünya acısı) kavramının (Serbest çeviri: "Dünya beni kusturuyor") patenti Schopenhauer'e aittir. Ölüme karşı tavrını süper-schmerz bulabilirsiniz ama Yaşam'ın hayranı sayılamayacak Schopenhauer, Ölüm'e had safhada duyarsızlıkla bakmıştır: "Bir bireyin ölümünün kesinlikle hiçbir önemi yoktur, dolayısıyla ölüm bizim için aldırılmayacak bir mesele olmalıdır."Ölüme aldırılmak mı? Valla Artie, bize pek de yardımcı olduğun söylenemez. Ayrıca kaygı-ölçerlerimizin ibresi en sona vuruyor. Bize derhal ölüme aldırmamakla ilgili komik bir şeyler gerek: 
Ole ölünce karısı Lena yerel gazeteye ölüm ilanını vermek için uğrar. Gazete görevlisi başsağlığı dileklerini ilettikten sonra ilana Ole hakkında neler yazılmasını istediğini sorar. 
Lena, "Sadece 'Ole öldü' yazın, yeter,"der. 
Adam şaşırır:"Bu kadar mı? Ole hakkında söylemek isteyeceğiniz başka şeyler vardır muhakkak. Elli yıl birlikte yaşadınız;  çocuklarınız ve torunlarınız var: Ayrıca eğer masrafını dert ediyorsanız söyleyeyim, ilk dört sözcükten para almıyoruz.""Peki," der Lena. "Şöyle yazın o zaman: 'Ole öldü. Satılık tekne'" 
Var olmayı varoluşun eşlikçi parçası gören (takım hesabı) yirminci yüzyıl varoluşçularını ziyaret etmeden ölüm felsefelerine bakışı tamamlanmış sayamayız. O yüzden ölümlülüğe tırsmadan bakmayı denemiş Martin Heidegger'e ve Jean-Paul Sartre'a uğrayacağız. Heidegger'e göre aslında sadece yarım-yaşadığımız bir duruma, uyuşturucu bir yanılsama halinde yaşamak anlamına gelen vasati "hergünlük"e düşmemizi engellediği için ölüm kaygısına ihtiyaç duyarız. Ayrıca Sartre bize alternatifi göz önüne almamızı söyler: ölüm kaygısı taşımayan yegane varlıklar zaten taş gibi ölü olanlardır -mesela taş öyledir. Kendinize gelin, gerçekçi olun, diye azarlar bizi.  
Vallahi isterdik ama titremeyi kesemiyoruz bir türlü. 
Bu yüzden tüm bu ağır felsefe muhabbetine azıcık mola verip ölümü inkar etmenin popüler bir biçimini, bizi tanıyanların yüreklerinde yaşamaya devam edeceğimizi söyleyerek kendimizi teskin etmemizi inceleyeceğiz. Bu stratejinin sevdiklerimizin, bilirsiniz işte, orasında belli bir duygusallığın barındığını varsaymaya dayandığı açıktır: 
İhtiyar adam ölüm döşeğindeyken birden en sevdiği böreklerin kokusunun merdivenlerde yukarı süzüldüğünü fark eder. Kalan pek az gücüyle kalkıp yataktan inmeyi başarır. Duvara yaslanarak yavaşça odasından çıkar, tırabzanı iki eliyle tutarak zar zor merdivenleri iner. Nefes nefese mutfak kapısına erişir. 
Ah, göğsündeki ağrı olmasa çoktan Cennete gittiğine inandıracak gibidir manzara! Mutfak masasının üstünde, kağıt havluların üzerinde en sevdiği börekler dizilidir sahiden. Gülümser; karısının bu dünyayı mutlu terk edebilmesi için son bir sevgi gösterisi yaptığını düşünür. Titreyen eli börek dilimine uzandığı anda maşayı eline yiyiverir.
"Çek elini," der karısı. "Onlar sonrası için!" 
Derken "Edebiyet ne zamandır?" sorusuna yanıt veren yirminci yüzyıl teologu Paul Tillich'e geçeceğiz (şimdiymiş meğer). Ama "şimdi" habire "başka zamana" dönüşüp duruyor. E, ne olacak şimdi? Kaygan zemin valla! 
Tutunacak daha sağlam bir şeyler lazım bize; o yüzden ruhun ölümsüzlüğüyle ilglii kadim Yunan tartışmalarına değineceğiz. Ama önce ruh deren neyi kastettiğimizi, ruhun zihinden farkını, ruhla zihnin bedenden farkını ve her üçünün zombiden farkını aydınlığa kavuşturmamız gerekecek. 
Yunanları, tabiri caizse dinlenmeye bıraktıtan sonra Cennete ve ölümden sonrası için gidilebilecek diğer yerlere bakacağız: 
Fred ile Clyde yıllar yılı ölümden sonrası hakkında konuşup durmulardı. Sonunda şuna karar vermişlerdi: Kim önce ölürse diğerine Cennetin neye benzediğini anlatmak için ulaşmaya çalışacaktı. İlk Fred ölür. Ardından bir yıl geçer. Derken bir gün telefon çalar. Clyde telefonu açar; karşısındaki Fred'dir. "Gerçekten sen misin Fred?" der Clyde heyecanla. "Evet, Clyde. Benim.""Sesini duymak ne güzel! Unuttun sanmıştım. E, söylesene! Nasıl orası?""Valla inanmayacaksın, Clyde. Kesinlikle muhteşem! Hayatında hiç görmediğin zenginlikteki topraklardan yetişen şahane sebzeler yiyoruz. Sabah kalkıyoruz, mükellef bir kahvaltı ediyor, ardından öğlene kadar sevişiyoruz. Şahane bir öğle yemeğinden sonra dağa bayıra gezmeye çıkıyor, yine sevişiyoruz. Sonra inanılmaz lezzetli bir akşam yemeği yiyor, ardından uyku saati gelene dek yine sevişiyoruz.""Tanrım!" der Clyde. "Cennet şahane bir yer demek!""Cennet mi?" der Fred. "Yahu ben Arizona'da bir tavşanım" 
Konuyu ölüme-yakın deneyimler, ruh çağırma seansları, intihar ve ölümden toptan sıyrılmaya yönelik bir takım çılgın yeni fikirlerle bağlayacağız.  
Bir dakika çocuklar. Bunlar gitikçe kuru gürültüye benzemeye başladı ha!Kim o?Benim ben. Komşunuz Daryl Franklin. Köpeğimi gezdirirken konuştuğunuzu duydum. Valla şunu söyleyeyim, ölüm dediğin gayet basit bir şey. Değil mi? Yani önce hayattasıni sonra ölüyorsun. Bitti gitti. Sahi mi Bay Franklin? Hepsi bu mu yani? e, o zaman size bir soru sorabilir miyiz? 

Sahiden öleceğinize inanıyor musunuz?


... Ve sonra kitap başlıyor. En azından düşünebiliyorsanız, felsefeyi biraz ucundan yakalamışsınız demektir. İçinizdeki felsefeciyi biraz olsun güldürmek istiyorsanız bu üçlemeyi edinin derim. 




İyi okumalar dilerim
Nadin Nerjan 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mimoza Mevsiminde Mimozalı Kadın

Yüzde Yüz Zomato